İslami ilimler literatürüne giriş (II)

Fıkıh, Usûlü fıkıh االفقه واصوله

Lügatta ilim ve bir şeyi idrak anlamına gelen fıkıh (Makâyîsü’l Luğa, İbn Faris) ıstılahta, tafsili delillerinden elde edilen şeri, ameli hükümler ilmi, şeklinde tarif edilir. (el-Bahru’l Muhît, Bedreddin ez-Zerkeşî) Buna göre usûlü fıkıh, fıkhi hükümlere ulaşma yöntemi veya daha literal ifadesiyle, tafsili delillerinden feri, şeri hükümleri çıkarma (istinbat) yolunu gösteren kaideler bütünüdür. (et-Tahbîr Şerhu’t Tahrîr, Alâüddin el-Merdâvi. İbni Hacip ve Tûfi’ye isnaden)

Fıkhı şeri ilimlerin ahkam boyutuna hasreden bu müteahhirin dönemi kabülüne karşın, selef asrındakiler onun ahlakı ve ahkamıyla bütün bir şeriyyat olduğuna kânidirler. İmam Gazzali İhya’nın ‘بيان ما بدل من الفاظ العلوم’ bahsinde fıkhın ilim, tevhid, tezkir ve hikmetle beraber selefi salihindeki öz anlamı saptırılan beş kavramdan biri olduğunu belirtir ve şu izahı yapar: “Sonraları fıkıh kavramında nakil veya dönüştürme şeklinde değil belki, ama anlamını daraltarak bir operasyon gerçekleştirdiler. Fıkıh artık sadece fetvalarda garip detayları bilmek, bunlardaki illetlerin inceliklerine vakıf olmak, yoğun şekilde bunları konuşmak ve ilgili makaleleri hıfzetmek demekti. Kim bu noktayla daha hemhal ise ona daha fakih denir oldu. Oysa ilk asırda fıkıh denince genel olarak ahiret ilmi, nefsi afetlerin inceliklerini ve amelleri fesad eden şeyleri bilmek, dünyanın alçaklığını iyice kavramak, ahiret nimetleri uğrunda çabalamak ve kalbe korkunun yerleşmesi anlaşılırdı. Zaten “فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ” ayeti kerimesinden bunu anlayabilirsin.” (Ebu Hamid el-Gazzali, İhyâü Ulûmiddîn)

Kavramın  sözkonusu dünya ve ukba birliğine kavuşması için İmam Serahsi fıkhın üç maddeyi cemetmesi gerektiğini kaydeder: Şeriyyatı bilmek, nassların mana arka planlarına, meselelerin tefri ettiği usüle tam vakıf olmak ve bunlarla bizzat amel etmek... Maksadın hasıl olması için ilimle amel etmek zaruridir. Bunun dışında şeri meselelere derinlemesine vakıf olmadan hıfzedenler, ancak ravi sayılırlar. Vukufiyet kesbettikten sonra bildikleriyle amel etmeyen da gerçekten fakih sayılmaz. Mutlak fakih üç şarta haiz kimsedir. (Ebubekir es-Serahsi, Usûlü’s Serahsî)

Fıkhın ikinci tahlildeki derin yapısını dikkate aldığımızda, onun tarihi süreç içinde evrildiği merhaleleri bütün bir İslami ilimler tarihi olarak okuyabiliriz. Bu anlamda fıkıh demek, tasavvufu ve akaidiyle, tefsiri ve hadisiyle ulûmü şeriyye yekünü demektir. Ne var ki, bu teşri veya şeriatın fıkıhla eşanlamlı olduğu vehmini uyandırmamalıdır. Mustafa Ahmet ez-Zerkâ’nın isabetle temyiz ettiği üzere, İslam şeriatı Kuran ve Sünnet nasslarından oluşan vahyi temsil ederken, İslam fıkhı fakihlerin bu nasslardan çıkarımlarını yansıtır. Dolayısıyla şeriat hatadan âri iken, fıkıh bir fakihten diğerine değişebilen bir muhtevayı barındırdığı için hatadan masun değildir. Çünkü fıkhın bir vechesini Kuran ve Sünnet nasslarıyla sabit hükümler, diğerini bunlardan istinbatla geliştirilen usûl ve furû teşkil eder. (Mustafa Ahmet ez-Zerkâ, el-Fıkhul İslamî ve Medârisüh) 

Mennâ el-Kattân, Abdulkerim ez-Zeydan, Muhammed Ali es-Sâyis gibi teşri veya fıkıh tarihi sadedinde yazan muasır müellifler fıkhın geçirdiği merhaleleri genelde altı devirde incelerler: Nebi aleyhisselam asrı, hülefâ-i raşidin asrı, buradan hicri ikinci asrın başlarına kadarki dönem; buradan dördüncü asrın ortasına, oradan Bağdat’ın düşmesine, oradan günümüze uzanan süreç… İlk dört dönemin fotoğrafı fıkhın doğuşu ve gelişimine dair kâfi malümat verecektir.

Hazreti Peygamber aleyhisselam döneminde teşrî, metluv vahiy olan Kuran-ı Kerim’den ve gayri metluv vahiy Sünnet’ten oluşuyordu. Belli münasebetlere veya sorulara paralel şekilde inen ayeti  kerimeler, Peygamberimizin tebyin-tefsir, tahsis-takyid, şerh ve tatbiki eşliğinde sahabenin yaşam pratiklerine dönüşüyordu. Bedir Savaşının yeri ve esirlerin durumu, özür beyan eden münafıklara Tebük Gazvesine katılmama izni ve hanımlarıyla yaşanan bir hadiseden ötürü kendisine bazı şeyleri haram kılması gibi Peygamber aleyhisselamın vahiy dışında ictihadıyla hareket ettiği noktalar, hemen akabinde bizzat vahiyle destek veya red bulduğu için bu devirde müstakil bir kıyas nosyonundan, ictihattan söz edemiyoruz. Neticede bunlar başlangıçta olmasa bile kısa sürede vahiyle sabit hususlara dönüşmüşlerdir. (Muhammed Ali es-Sayis, Tarîhu’l fıkhi’l îslami)  

Nebi aleyhisselamın irtihalinin ardından kesilen canlı vahiy, İslam fütühâtının Irak, Şam ve İran topraklarına yayılmasıyla çeşitlenen gündelik problemler hülefa-i raşidin için Kuran ve Sünnet’in yanında kıyas ve icma gibi iki şerî aslın eklenmesini zorunlu kıldı. Fıkhın bu ikinci devrinde kıyas, müteahhirin kabülünden daha umumi dairede istihsan, maslahat-ı mürsele, seddi zerâi ve berâet-i asliyye gibi sâikleri içeren re’y anlamına geliyordu. İcmaın vukûu da Hazreti Ömer’in zaruret dışında sahabenin Medine dışına çıkmasına müsaade etmemesini dikkate aldığımızda, çeşitli şehirlere dağılmanın yaşandığı sonraki dönemlere göre daha kolaydı. Aşağıdaki nakil bu devrin fıkıh metodolojisini yansıtmaktadır.

كَانَ أَبُو بَكْرٍ إِذَا وَرَدَ عَلَيْهِ الْخَصْمُ نَظَرَ فِي كِتَابِ اللَّهِ فَإِنْ وَجَدَ فِيهِ مَا يَقْضِي بَيْنَهُمْ قَضَى بِهِ وَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي الْكِتَابِ وَعَلِمَ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي ذَلِكَ الْأَمْرِ سُنَّةً قَضَى بِهِ فَإِنْ أَعْيَاهُ خَرَجَ فَسَأَلَ الْمُسْلِمِينَ فَقَالَ أَتَانِي كَذَا وَكَذَا فَهَلْ عَلِمْتُمْ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَضَى فِي ذَلِكَ بِقَضَاءٍ فَرُبَّمَا اجْتَمَعَ إِلَيْهِ النَّفَرُ كُلُّهُمْ يَذْكُرُ مِنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِيهِ قَضَاءً فَيَقُولُ أَبُو بَكْرٍ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي جَعَلَ فِينَا مَنْ يَحْفَظُ عَلَى نَبِيِّنَا فَإِنْ أَعْيَاهُ أَنْ يَجِدَ فِيهِ سُنَّةً مِنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَمَعَ رُءُوسَ النَّاسِ وَخِيَارَهُمْ فَاسْتَشَارَهُمْ فَإِنْ أَجْمَعَ رَأْيُهُمْ عَلَى أَمْرٍ قَضَى بِهِ 
  
“Hazreti Ebubekir’e bir davacı geldiğinde, Kuran’da bir çözüm bulursa, aralarında bununla hükmederdi. Eğer Kuran’da değil de Rasûlüllah sallallahü aleyhi vesellemin sünnetinde bir çözüm bulursa, yine onunla hükmederdi. Yok, eğer bu iki kaynak da onu çözümsüz bırakırsa, çıkıp Müslümanlara sorar, “filan konu karşıma çıktı. Rasûlüllah sallallahü aleyhi vesellemin bu konuda hükmettiği bir şey biliyor musunuz?” derdi. Bazen bir grup hep bir ağızdan Rasûlüllah sallallahü aleyhi vesellemin bu konudaki hükmünü aktarır, bunun üzerine Hazreti Ebubekir “aramızda Peygamberimizin sünnetini kaydedenler bulunduran Allah’a hamdolsun” diye şükran duyardı. Eğer bu konuda da yanıtsız kalırsa, seçkin şahsiyetleri  toplar, istişare sonucunda çıkan görüş doğrultusunda hükmederdi.” (İbni Mace, Darimî)

Bununla beraber, iki manaya muhtemel lafızlardan veya muarız gözüken ayetlerde maksudun tesbitine göre farklı yoruma varmadan sebep Kuranî nasslar karşısında, ikinci olarak sonradan neshedilen hükümleri bilmeme veya konuyla alakalı bütün rivayetlere ulaşamama gibi sebeplerden ötürü Sünnet karşısında, üçüncü olarak hakkında ayet, hadis ve icma bulunmayan mevzularda farklı maslahat mülahazaları dolayısıyla sahabenin kendi arasında ihtilaf ettiği tabii bir gerçektir. Eşi vefaat eden gebe kadının iddeti konusunda İbni Mesud ve Hazreti Ömer ile Hazreti Ali ve İbni Abbas’ın, mirasta dedeyle kardeşlerin ilişkisi konusunda Hazreti Ebubekir ve İbni Abbas ile Hazreti Ömer ve Zeyd bin Sabit’in yaşadığı görüş farklılığı ve benzeri onlarca muhtelefün fîh mesele, mezkür faktörlerin bir sonucudur.

Hülefâ-i raşidinden hicri ikinci asrın ortasına dek uzanan fıkhın üçüncü devresine geldiğimizde dört asıldan icma veya şûranın önceki kadar kolay gerçekleşmediğini görüyoruz. Bunun nedeni artık sahabenin farklı şehirlere dağılmış olmasıdır. Bu durum aynı zamanda ilmi ekollerin doğmasına zemin hazırlamış, bir tarafta Hicaz ehlinin temsil ettiği ehl-i hadis, diğer tarafta Irak ehlinin temsil ettiği ehl-i re’ye; iki ayrı fıkıh mektebine öncülük etmiştir. Abdullah İbni Ömer, Nâfi’ ve Said bin Müseyyip yoluyla İmam Malik’in öne çıktığı ehl-i hadis, nass ve eser yoğunluğuyla, Abdullah İbni Mesud, Alkame bin Kays ve İbrahim en-Nehaî yoluyla İmam Ebu Hanife’nin öne çıktığı ehl-i re’y, kıyasçı yanıyla temeyyüz eder. Bu ayrılığı coğrafyaların ilmi ve kültürel farklılığına irca edenler ağırlıktadır. Şia ve Haricilerin merkezi halindeki Irak, artan fitnelerin ivme kazandırdığı hadis uydurma arızası karşısında rivayetlerin kabülünde daha sıkı kriterler vazedecek, bunun sonucunda daha çok re’ye başvuracaktır. Yine coğrafyası itibariyle Hicaz fitnelerden uzakta duruluğunu korumuş, çalkantılı atmosferin doğurduğu yeni meselelerle daha az yüzleşmek durumunda kalmıştır.

Henüz ne sünnet, ne fıkıh için tedvinin sözkonusu olmadığı bu kesitte sahabe yerini tabiîne bırakmış, Said bin Müseyyip, Urve bin Zübeyr, Nâfi’, İkrime, Atâ bin Ebi Rebah, Zührî, Hasen-i Basrî, Tâvus bin Keysan, Alkame bin Kays, İbrahim en-Nehaî, Yahya bin Said, Mekhûl, Rabîa bin Abdurrahman gibi fakihler sonraki devirde mezheplerin nüvesini teşkil edecek ilmi halkalar oluşturmuşlardır.

Son olarak fıkhın dördüncü merhalesinde, hicri ikinci asrın ortasından dördüncü asrın ortasına kadar mezheplerin teşekkülünü, ilimlerin tedvinini gözlemliyoruz. Mekke’de Süfyan bin Uyeyne, Medine’de Malik bin Enes, Basra’da Hasen-i Basrî, Küfe’de Ebu Hanife ve Süfyan Sevri; Şam’da Evzaî, Mısır’da Şafiî ve Leys bin Sad, Nisabur’da İshak bin Rahuveyh, Bağdat’ta Ebu Sevr, Ahmed bin Hanbel ve Davud Zahiri ve İbni Cerir olmak üzere, mezhepleri teşekkül eden toplam on üç müctehid çıkmıştır bu devirde. Ne var ki, mukallidlerinin ve tahric çalışmalarının azlığı zamanla dört mezhep dışındakileri yalnızca kitaplar planında sürdürmüştür.

Fıkhın bu kısa kronolojisi sahaya dair ilk müstakil eser addedilen İmam Şafiî’nin (h.204) er-Risale’sine kadar usûlü fıkha da şamildir. İmam Şafiî’den sonra genişleyip müstakilleşen sahada beş usûli yönelimle karşılaşıyoruz: Mütekellimîn metodu, fukahâ veya Hanefi metodu, ikisini cemeden metod; usûlden furûu tahric metodu, usûl kaidelerini makâsıdü’ş şerîaya bina eden metod…  

Furûu fıkhın sözkonusu kaidelerden intacına bakmaksızın aklî ve nazarî düzlemde lafızların delaletlerinden elde ettikleri usûli kaidelerini merkeze alan kelamcılar metodu önce Mutezilî damarın, ardından Eşarî ve Şafiîlerin bayraktarlığında gelişir. Ebu’l Meâlî el-Cüveynî’nin (h.413) el-Burhan’ı, Ebu Hamid el-Gazzalî’nin el-Mustesfâ’sı (h.505) ve Ebü’l Hüseyn Ali al-Basrî’nin (h. 413) el-Mutemed’i bu itticahın köşetaşlarıdır. Furûu fıkıh muktezasınca usûli kaideleri vazederek usûl ve furûu birbirine bağlayan Hanefi veya fukahâ metodunun en önemli kitaplarıysa Ebubekir Cessas’ın (h.370), Fahru’l İslam Pezdevî’nin (h.430) ve İmam Serahsî’nin (h.490) usülleridir.

Hicri yedinci asırdan itibaren Muzafferuddin Saâtî’nin (h.694) Bedîu’n nizâm kitabıyla iki metodu sentezleme çalışmaları başlar. Aynı asırda başlayan diğer bir çalışma, ya muayyen bir mezhep ya da mezhepler arası mukârane esasında belli usûli kaidelerden çeşitli konularda fıkhî fer’ler tahricidir. Şihâbüddin Zencanî’nin (h.656) Tahricu’l furû ale’l usûl’ü ile Şerif Tilmesanî’nin (h.771) Miftahu’l vusûl ilâ binâi’l furûi ale’l usûl kitapları bu metoda öncülük ederler. Beş metodun sonuncusu olan makâsıdü’ş şerîa üzerine usul kaidelerini bina etme yönelimi zaruriyyât, haciyyât ve tahsiniyyât sırasına göre kulların maddi-manevi, ferdi ve ictimaî maslahatlarını dikkate alır. Geçmiş usulcülerin pek nazar-ı dikkate almadıkları bir nokta, Ebu İshak Şatıbî’nin (h.790) el-Muvâfakât’la açtığı çığırda ilerler.   



Bu blogdaki popüler yayınlar

Eski blog yazılarımdan (2005-2008)