İslami ilimler literatürüne giriş -III- (Son)
Akaid, Kelam
“Ilmü’t-tevhid” ve “usûlü’d-dîn” gibi başka tesmiyeleri olan akaid ve
kelam ilmi, gerek tarihsel süreci gerek ilgililerinin karşıt uçlarda yer alması
açısından İslami ilimlerin en girifti. Istilahı tarifle ve belli tasniflerle
konuyu sathi şekilde işlemektense akaid ve kelamın sonraki merhalelerine esas
teşkil eden fırkalaşma amiline, ilk itikadi ihtilaflara göz atmak daha faydalı
olacak.
Biliyoruz ki, Kuran ve sünnette, selefin sadrında mündemic olan ilimler,
kitaplara ancak belli sosyal vakıalar itelgesiyle geçti. Önceleri ameliyyâtı ve
itikadiyyâtı birden ihtiva eden fıkıh, tefrilerin ve takdiri fıkhın çoğalması,
dikkatin ahlaktan ahkama teksif edilmesi sonucu bugünkü vechesine dönüşmüş,
aynı şekilde alimlerin azalıp ilmin ziyanı endişesi sünnetin tedvinine ön ayak
olmuştur. Diğer ilimler için de benzeri saikler geçerli. Konumuz açısından
nasslarda veciz biçimde serdedilen imani esaslar, çıkan tartışmalar ve
ayrışmalar müvacehesinde itikâd-ı diniyyeden ılmüt tevhid-i ves sıfâta, oradan
kelama, hatta felsefiyâta inkılap etmiştir.
Ümmet içinde hakem meselesi (Hariciler), insanın cebr-ihtiyar
arasındaki durumu (Kaderiye) ve imamet düşüncesi (Şia) gibi üç ana bidat
söylemle başlayan tefrikalaşma süreci, Peygamberimiz sallallahü aleyhi
vesellemin şu hadisinin tezahürü sayılır: “Dikkat edin, sizden önceki ehli
kitap yetmiş iki millete ayrıldı. Bu ümmet de yetmiş üç fırkaya bölünecek.
Yetmiş ikisi cehennemde, biri cennettedir ki, o cemaattir.” (Ebu Davud,
Ahmed bin Hanbel. Benzer lafızlarla Sahih-i İbni Hıbban, İbni Mace)
Konuyla ilgili İsferâyini’in el-Fırag Beyne’l-Fırag’ından sonra ikinci
kaynak olan Abdulkerim Şehristani’nin el-Milel ven Nihal’i Peygamberimizin
irtihalinin ardından baş gösteren ihtilafları imamet ve usül noktasında taksime
tutar ve bizim için önemli olan usül, yani itikadi ihtilaflar kısmında şunları
kaydeder. Bu uzun alıntı fırkaları, fırkaların omuzladığı kelami süreci
aydınlatıcı mahiyettedir: “Asıllara ilişkin ihtilafların başlangıcı sahabe
devrinin sonlarına doğru Mabed el-Cüheni (h.80), Ğaylan ed-Dımeşki (80) ve
Yunus el-Üsvari’ye dayanır. Bunlar ilk defa inkarcı biçimde kader söylemini
dillendirmiş, hayır ya da şerrin kadere bağlanamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Daha sonra Hasen-i Basri’nin talebesi olan Vasıl bin Atâ (131) onların izini
takip eder. Amr bin Abîd (142) kendisine
talebelik etmiş, kader meselesinde bazı eklemelerde bulunmuştur. Haricilerin Vaîddiye
ile Cebriyye’nin Mürcie kolunun ve Kaderiyye ekolünün bidatçı söylemleri
Hasen-i Basri zamanında ortaya çıktı. Vasıl onlardan ve hocasından el-menzile
beynel menzileteyn fikrini ileri sürerek ayrıldı ve oluşturduğu gruba Mutezile
denir oldu. Zeyd bin Ali (121) de kendisine talebelik edip mezhep usülünü
benimsemiştir. Böylelikle bütün Yezidiler Mutezile sayılır. Zeyd bin Ali’yi usülde,
sahabeden uzak durmada (teberri) ve hilafeti üstlenme (tevelli) konusunda
dedelerine muhalefet ettiği için dışlayanlar Rafizi ismini almış bazı Küfelilerdir.
Bundan sonraki süreçte Mutezili şeyhleri felsefecilerin Halife Memun
(218) döneminde yayılan kitaplarını mütalaa etmişler ve kendi kelami
metodlarıyla mezcetmişlerdir. Böylelikle müstakil hal alan ilme kelam adı
verilmiştir. Şeyhi ekberleri olan Ebu’l Hüzeyl el-Allâf (227) Allah Teâlâ’nın ilmiyle
bildiği ve ilminin de zatı olduğu, keza kudretiyle kadir olduğu ve kudretinin
de zatı olduğu konusunda felsefecilere uymuş; kelam, irade, kulların fiilleri,
kader, ecel ve rızık konularında bidat söylemler geliştirmiştir. Daha sonra
Halife Mutasım (227) döneminde Ebu İshak en-Nazzâm (231) felsefecilerin
metodunda aşırıya kaçarak Rafizi söylemiyle seleften, Kaderci söylemiyle kendi
grubundan ayrı düşer. Talebeleri Muhammed bin Şebib, Ebu Şemir, Musa bin Imran,
Fadl el-Hadesi ve Ahmet bin Hâbit Nazzam ekolünü benimsemişlerdir (Nazzamiyye.)
Ardından Bişr bin el-Mutemir’in (210) bidatçı söylemi şuyû bulur. Kendisi
duyuların yekten meydana geldiği, hatta insanın işitme, görme, renk ve koku
hâssalarını yarattığı konusunda (tevellüd) uçlara vararak tabiatçı filozoflara
uyar. Öncü talebesi Mutezile Rahibi namlı Ebu İsa el-Merdâd (226) fesahat ve
belağat açısından Kuran’ın icazını reddererek Biş bin el-Mutemir’den ayrılır.
Onun döneminde Kuran’ın kıdemine kail olan selefe ciddi baskılar reva
görülmüştür.
Kader söyleminde aşırılığa kaçanlar arasında Hişam bin Amr el-Fûdi’yi
ve arkadaşı Esamm’ı sayabiliriz. Bunlar Ali’nin imametine karşı çıkarak
imametin ancak bütüm ümmetin ittifakıyla sabit olacağına zahip olmuşlardır. Yine
Fûdi ve Esamm Allah’ın eşyayı tahakkukundan önce bilmesinin mümkün olmadığında
sözbirliği içindedirler ve mesela madümü eşyadan saymamışlardır. Bunlar dışında
Mamer bin Abbâd es-Sülemi (215), Sümame bin Eşras en-Nemiri (213) ve Ebu Osman
Emr bin Bahr el-Câhız (250) birkaç mesele dışında aynı itizali fikriyata sahip
dönemdaşlardır. Müteahhirin Mutezileden Ebu Ali el-Cübbâi (303. Eşari’nin
hocası) , oğlu Ebu Haşim (321), Kadı Abdulcebbar (415) ve Ebu Huseyn el-Basri
(436) kendilerinden önceki muhassalayı düzenlemiş, yer yer müstakil görüş
benimsemişlerdir. Böylelikle kelam ilminin altın çağı Halife Harun (193), Memun
(218), Mutasım (227), Vâsık (231) ve Mütevekkil’i (247) kapsayan Abbasiler dönemidir.
Bidatçı söylemiyle öne çıkan isimlerden bir diğeri de Horasan valisi Nasr bin
Seyyar döneminde Tirmiz’de (Buhara) kulların fiillerindeki cebri düşüncesiyle
ün salmış Cehm bin Safvan’dır. Ümmeyyeoğulları dönemi sonunda Isfehan valisi
Selm bin Ahvez tarafından öldürülmüştür (128).
Özellikle sıfatlar konusunda selefle Mutezile arasında sürekli münakaşa
yaşanmıştır. Selefin kelami metotta değil, iknai tarzda yürüttüğü tartışmada
taraflardan biri, sıfatları Alah’ın zatıyla kaim manalar olarak ispat ederken,
(selef. Bunun için Sıfatiyye diye adlandırılmışladır) diğeri bunların kulların
sıfatlarına benzerliğini ileri sürmekteydi. (Mutezile. Bu sebeple Allah hakkında
sıfatları inkar ederler.) Her iki taraf
da nassların zahirini almıştır. Alemin kıdemi konusu da tartışmalardan biriydi.
Abdullah bin Said el-Külabi (240), Ebu’l Abbasi el-Kalanisi ve Haris bin Esed
el-Muhasibi (243) birbirlerine yakın derecede etkinliğe sahip ehli sünnet
kelamcılarıydılar.
Yine önemli tartışmalarından biri Ebu’l Hasen el-Eşari (324) ile hocası
Ebu Ali el-Cübbâi arasında geçenlerdi. Tartışmalarında hocasından mukni
cevaplar alamayan el-Eşari, eski mezhebini terkederek selefin safına geçti ve
müstakil bir ehli sünnet kelam ekolü geliştirdi. Kendisinden sonra Kadı
Ebubekir el-Bâkillani (403), Ebubekir İbni Fûrek (406) ve Ebu İshak
el-Isferaîni (418) gibi muhakkikler Eşari metodunun gelişimine katkı
sağladılar.
Dönemin başka öne çıkan ismi Sicistanlı zühd sahibi Ebu Abdullah ibnü’l
Kerrâm’dır (255). Kıt ilmiyle her mezhebin fasit tarafından biraz alarak Gazne,
Gur ve Sevad gibi Horasan bölgelerinde Kerramiyye mezhebini yaymıştır. Sultan
Mahmut Sebüktekin (421) kendisine yardım etmiş ve gerek ehli hadise, gerek
şiaya onlar sebebiyle çok çektirmiştir. Haricilere en yakın mezhep olan Kerramiler,
Muhammed bin el-Hasyem dışında Mücessime’den sayılır.”
Şehristan’in ilk itikadi fırkalara dair sunduğu bu panaromik fotoğraf, ehli
sünnetin selef meşrebinde kaleme alınmış itikad kitaplarını anlamada kilit rol
oynar. Ebu Hanife’nin (150) el-Fıkhu’l Ekber’i, Ebu Ubeyd bin Sellam’ın (224)
el-İman’ı, Buhari’nin şeyhi Ebdullah el-Cufi’nin (228) er-Raddü Alel
Cehmiyye’si, Hafız İbni Ebi Şeybe’nin (235) el-İman’ı, Ahmed bin Hanbel’in (241)
es-Sünne ve er-Raddü Alel Cehmiyye’si, İmam Buhari’nin (256) Efâlü’l Ibâd ver
Raddü Alel Cehmiyye’si, Ahmed bin Hanbel’in talebesi Ebubekir el-Esrem’in ve
Ebu Davud’un (275) es-Sünne’leri, Yahya ibni Main’in talebesi Darimi’nin (280)
er-Raddü Alel Cehmiyye ver Raddü alâ Bişr el-Merisi’si, Hafız Ebubekir
eş-Şeybani’nin (287) ve Ebubekir el-Mervezi’nin (292) es-Sünne’leri bidat
söylemlere karşı birer selef müdafaasıdırılar.
Bu minvalde heretik akımlara karşı kelami üslup kullanmadan, hadis ve
eser ağırlıklı savunma yapan selef meşrebinde telifler dışında, Bakillâni’nin
(403) Temhidü’l Evâil’i, İbni Fûrek’in (406) et-Tevil’i, Ebül Meâli el-Cüveyni’nin
(478) Lümau’l Edille’si, Gazzali’nin (505) başlıca Tehâfütü’l Felâsife’si ve Kavâidü’l
Akâid’i, Ebü’l Muîn en-Nesefi’nin (508) Tebsıratü’l Edille’si, Şehristani’nin
(548) Nihâyetü’l İkdâm’ı, Fahrüddin er-Razi’nin (606) el-Metâlibü’l Âliye’si,
Seyfüddin el-Amidi’nin (631) Ebkârü’l Efkâr’ı, Azududdin el-İci’nin (756)
el-Mevakıf’ı ve Şeyyid Şerif Cürcani şerhi, Sadettin et-Taftazani’nin (784) el-Mekasıd’ı
ve yine kendi şerhi kelamdan ve felsefiyattan istifadeyle ehli sünnet kelamını
güçlendiren önemli eserlerdir. Öncekilere mutekaddimin ehli sünneti denirken,
sonrakilere muteahhirin tabiri kullanılır. Buna göre usûliddin veya akaid ilmi
ilahi sıfatlar, kelam-ı kadim, kaza-kader, rüyetullah ve imanın hem söz hem
amel oluşu gibi daha mahdut ve temel konuları iknâi biçimde tahlil ederken,
kelam ilmi bu itikadi sabiteler dışında ilmin tarifinden, tasavvuri ve tasdiki
açılımından başlayarak, nazar ve delil, vücut ve mahiyet, araz, cevher ve cisim,
madümün şey olup olmadığı, tekvin sıfatı ve haşrın keyfiyeti gibi bir çok
meseleyi ilahiyatçı ve tabiatçı filozoflardan Mutezileye, Müşebbiheden
Kaderiyyeye, Muattıladan Kerramiyyeye sapkın fırkaların delillerini ilzam
ederek istidlali bir üslupta ele alır.
Saçaklızâde Tertibü’l Ulûm’da yukarıdakilerden biraz farklı olarak
itikadi meselelerin üç mertebede tedvin edildiğinden bahseder: İlk mertebe,
meselelerin delillerden ve muhalif söylemlerden âri bir şekilde serdedilmesidir
ki, el-Fıkhül Ekber, Nazmü’l Emâli ve Akaid-i Nesefiyye bu kabildendir. Ilmü’t
Tevhid ve’s Sıfât denen bu kısma kelam ilminin tesmiye olunması mecazidir.
İkinci mertebe, çok kısa biçimde delilleri zikrederek, nadir yerde diğer fırkaların
görüşlerine değinmek suretiyle meseleleri ele almaktır ki, Gazzali’nin
(İhya’nın içindeki) er-Risâletü’l Mukaddesiyye’si buna örnektir. Üçüncü
mertebe, delillere ve muhalif fırkalara genişçe eğilmektir ki, Taftazani’nin Şerhu’l
Akaid-i Nesefiyye’de vurguladığı üzere, kelam hakiki manada bu kısma, yani
itikadın akli delillerle tahkimine kullanılır.
Diğer taraftan kelam ilminin Hâlik-ı Barînin varlığı ve sıfatları gibi kimi
meseleleri Kuran ve sünnetle sabit olsa bile, eşyaya nazar sonucu aklın
müstakil bilgi alanına girdiği için akliyyâttan, nübüvvet ve ahiret hayatı gibi
diğer bazı meseleleri semiyyâttan oluşur. Dolayısıyla kelamın mebâdisi cevher
ve araz bahisleri gibi akli meseleler, mekâsıdı ise itikadi meselelerdir. Semiyyat
akliyyâta ibtina eder. Buradan kelamın aslında diğer İslami ilimlerin iskeleti
olduğunu anlıyoruz. Kelam yerin altındaki temel, Kuran çatı, sünnet direkler,
fıkıh dışarıya açılan pencerelerdir. Hepsi birlikte İslam binasını oluşturur.
Ehli sünnet dışı fırkalar bu binada eksik bırakılan kısımların nasıl bir hasara
yol açtığının iyi birer örneğidir aynı zamanda. Kimileri akliyyât temeliyle
kalmış, çatı inşa etmedikleri için olası bir sel felaketini doğrudan temel
zayiatıyla ödemiş, kimi çatı ve direkleri çatmış, salt Kuran ve Sünnet’in
zahirine kapıldıkları için ufak bir şüphe zelzelesinde çökmüşlerdir. Kimi de
fıkıhla hayata bir pencere açmamış, akli çıkarımların anaforunda boğulup
kalmışlar; vakıadan ve yaşanan hayattan ıraklara düşmüşlerdir.
Son olarak, kelamın zemmi ve tahsilinin hükmü konusunda Gazzali’den bir
fasl-ı hitaba yer verelim. Hayli tartışma yürütülen bu konuda Huccetü’l İslam
son noktayı şöyle koyar: “Kelam ilmiyle meşgul olmanın hükmü noktasında farklı
görüşler ileri sürülür. Bazısı farzı kifaye olduğuna kail olurken, bazısı bidat
ve hatta haram olduğuna zahiptir. Seleften İmam Şafii, İmam Malik, Ahmed bin
Hanbel, Süfyan Sevri ve neredeyese bütün ehli hadis haram olduğu söylerler. Doğru
olan şudur: Bidatçı söylemlerin yaygınlık kazanmadığı yerlerde elbette kelama
gerek kalmaz. Ama bidatçıların cirit attığı bir yerde kelamla ilgilenmek farzı
kifayedir. Tabi sahada derinleşecek kişide üç ehliyet bulunmalı: Bir, öğrenmeye,
araştırmaya karşı hırs. İki, zeka. Üç, özünde dini bütün olacak, arzusuna yenik
düşen biri olmayacak. Bunlar olmazsa ufak bir şüphede sarsılır, dini tehlikeye
girer.” (Gazzali, İhyâu Ulûmiddin)