İslam’ın iç kontrolü; davet ve tebliğ
Davet ve tebliğ nedir?
Hepimiz bilinçli ya da bilinçsiz şekilde bir şeylerin reklamını
yaparız.
Konuşurken kullandığımız deyimlerle, giysilerimizin etiketleriyle, okuduğumuz
gazeteler ve izlediğimiz programlarla daima belli markaların, belli siyasi,
sosyal veya ekonomik güçlerin tanıtımını yaparız. Bu çok derin ve önlenemez bir
gönüllü reklamcılıktır. Bu anlamda bütün insanlar öyle vaya böyle birçok şeyin
gönüllü reklamcısıdırlar.
Tebliğ ve davet veya iyiyi emredip kötüyü yasaklamak (emri bilmaruf
nehyi anil münker) dediğimiz şey, İslam’ın korunup yaşatılması için çalışmak
demektir. Diğer bir anlatımla, İslam bizden yabancı markaların değil, tabiatın
ve bizim doğamıza kodlanmış kendi öz markamızın, yani dinin tanıtım ve
çağrısını yapmamızı ister. Bu kısa girişten sonra ikinci adıma gelelim:
İnsanları tam olarak neye davet edeceğiz?
İnsanları neye davet edeceksin?
Davetin tüm zaman ve toplumlara yapılan ortak bir gerçeğe olacak:
İnsanları Rabbleri olan tek bir Allah’a kulluk etmeye çağıracaksın. “Senden
önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere ‘Benden başka ilah yoktur, sırf bana
kulluk edin’ diye vahyettik.” (Enbiya, 25)
Tek bir Allah’a kulluk etmek, hayatın bütün aşamalarında Allah’ı mutlak
üstün kabül etmek anlamında tevhid, bütün iyiliklerin, aksi olan şirk ise bütün
kötülüklerin başıdır. O halde İslami davet gayet basit içeriğe sahip; tevhide
çağırmak, şirkten uzaklaştırmak…
Yaşadığımız dünyanın karışık ilişkileri ve hızlı gelişmeleri karşısında
tevhid ve şirk ifadeleri ilk başta biraz sığ gelebilir. Sanki bunlar bugün için
yeterli değillermiş izlenimine kapılabiliriz. Oysa biraz daha derine
indiğimizde tevhidin siyasi, ekonomik ve sanatsal bir çok boyutu olduğunu, aynı
şekilde şirkin pek çok şekle bürünebileceğini farkederiz.
Neticede çağlar boyu biçimler ve isimler değişse de temel mantık
değişmemiştir. Peygamber asrının Lât ve Uzza putlarının yerini bugün markalar
ve bankalar almıştır. O günün müşrikleri de yeryüzü ve içindekilerin gerçekte
Allah’a ait olduğunu, göklerin ve arşın Rabbinin O olduğunu, her şeyin mülkiyet
hakkının sade O’nun elinde olduğunu kabül ediyorlar, (Müminun, 84-89) ama iş
sosyal düzenlerinde, pratik hayatlarında bir değişiklik yapmaya geldiğinde inkar
yolunu tutuyorlardı. Bugünün Laik kesimleri de aynı şekilde düşünmüyor mu?
Demek ki, tevhid ve şirkin çok dinamik ve geçişken yapıları var ve ancak
yaşantısının bütün noktalarında tevhidi gerçekleştirip şirkten korunanlar mümin
olabiliyor. Sonuçta en temelde çağrıda bulunduğumuz tevhid inancı, İslam’ın
bütün emirlerini, en temelde sakındırdığımız şirk de İslam’ın bütün yasaklarını
kapsar.
İslami davetin genel içeriğine ilişkin açıklamadan sonra bir üst
basamağa geçelim: Neden bu davet herkese yapılmak zorunda?
İslami davet niye herkesi ilgilendirsin ki?
Bencilliğin ve neme lazımcılığın zirve yaptığı bir çağda niye herkes
İslam’a davet edilmek zorunda? Neden ben hiç tanımadığım, hiç işim olmayacak
insanlara bu davayı ulaştırmak mecburiyetindeyim, gibi sorular akla gelebilir.
Cevabı basit: Çünkü İslam herkesi ilgilendirir, çünkü onun sahibi herkesin
sahibidir, çünkü istisnasız herşey ve herkes bilinçli olmasa bile, doğası
gereği, mecburen Rabbine teslimiyet hali yaşar. “Göklerdeki ve yerdeki tüm
varlıklar ile bu varlıkların gölgeleri gönüllü ya da zorunlu olarak sabah akşam
Allah’a secde ederler.” (Rad, 15)
Bizler Müslümanlar olarak herhangi bir ideoloji veya teşkilat
bağlısından birçok noktada ayrılırız. Bizler dünyanın ancak İslam’la düzene
girebileceğine, herkesin özlemini çektiği ideal hayatın sadece Allah ve
Rasülü’nün gösterdikleriyle mümkün olabileceğine inanırız. Bizler Allah’ın
adaleti tesis ve zulmü bertaraf etmek üzere kendisine vekil tayin ederek yarattığı
yeryüzü halifeleriyiz. Allah İslam’ın ve Müslümanların eliyle dünyada iyilik ve
adaleti canlı tutar. Bu anlayış, neye ve neden davet ettiği hususunda Müslümana
gerekli şuuru verecektir.
Eğer yegane doğrunun İslam’ın doğrusu olduğunu anlayamazsak, o zaman
davetimiz cılız kalır. Gerçekte karşı tarafı etkileyecek inanç gücünden yoksun
oluruz. Bu güç imandır. İman, ateşe atılan İbrahim’in süküneti, beden sağlığı
başta olmak üzere sahip olduğu her şeyi kaybeden Eyüb’ün sabrı, 950 yıl
ümmetini Allah’a çağıran Nuh’un azmi, rüzgarlar dahi emrine verilen Süleyman’ın
şükrü, gizlendiği mağaranın hemen dibindeki düşmanlara karşı Peygamberimizin Allah’a
duyduğu tevekküldür. Ancak böylesi güçlü bir iman, doğruları kırpmadan
söylememize, yanlışlara korkmadan karşı çıkmamıza imkan tanıyabilir.
Söz imanın İslami davetteki gücüne gelmişken, bir üst basamağa geçip
davetin araçlarını konuşalım.
İnsanları neyle, hangi araçlarla davet edeceksin?
Davetçinin üç azığı; iman, yumuşak huy ve sabır
İman
Yukarıda islami daveti etkili kılacak temel faktörün iman olduğundan
bahsettik. Herhangi bir doğruyu ortaya koyup, herhangi bir yanlışa karşı
çıkarken başka hiçbir şey, iman kadar bize manevi destek sağlayamaz. Şu
peygamberi ifade imanın tadını almanın ipuçlarını verir: “Üç şey kimde
bulunursa, o imanın tadını alır: Allah ve Rasülü o kişiye başka herşeyden daha
sevgili hale gelecek. Yine kişi sevdiği
birini ancak Allah için sevecek ve Allah kendisini kafirlikten kurtardıktan
tekrar ona dönmekten -tıpkı ateşe atılmaktan korktuğu gibi- korkacak.” (Müslim)
Bu hadis, genel olarak imanın nasıl ideal hale gelebileceğini
anlatıyor. Bunların yolunun ibadetten geçtiği aşikar. Öyleyse davetin ilk aracı
iman, başka ifadeyle ibadet yoğunluğudur. İbadetlerinde gevşek davranan kişi
İslam’a davet etmek için gerekli manevi imkanı, yani iman gücünü kendisinde bir
türlü bulamaz. Bulsa bile söyledikleri yaptıklarıyla örtüşmeyen yalancının
tekidir. Rabbimiz her iki ihtimalden bizi uzak eylesin. Ya Rabb!
İmanın sağlamlığı veya zayıflığı ibadet yoğunluğunda, haramlara ve
helallere karşı gösterdiğimiz ihtimamda yatar. Demek ki, davete önce
ibadetlerimize çeki düzen vererek başlayacağız. Bu aynı zamanda davete önce
kimden başlanacak, sorusunun da cevabıdır. Davete herkesten önce kendinden
başlayacaksın. İbadetlerin, tövbe istiğfarın, zikrin ve Kuran’la, hadisle münasebetin
yoğun olacak. Sahabeyi sahabe yapan çok sıkı ibadet disiplinleridir. Yoğun
duaları, zikirleri, namazları ve Allah korkularıdır.
Yumuşak huy
Tatlı dilin ve yumuşak üslubun, başkalarıyla iletişimde ne kadar
sihirli bir değnek olduğunu anlatmaya lüzum yok. Firavun’u düşünelim. Hâşâ
ilahlık iddiasına kadar haddini aşmış bir despot. Buna rağmen ona davet ve
tebliğe giden Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a bakın ne diyor Rabbimiz:
“Ona tatlı ve yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki, aklını başına alır
yahut hiç değilse biraz çekinir.” (Tâhâ, 44)
Davet önderimiz Hazreti Peygamberimizin akıl almaz başarısının altında
yatan en önemli faktörlerden birinin, yumuşak huyluluk olduğunu inkar edebilir
miyiz? Ne diyor ayeti kerime: “Allah'tan gelen merhamet sayesinde onlara
yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden
uzaklaşırlardı.” (Âli Imrân, 159) Davasının başarısı ilahi garantide olan bir
peygambere bile böyle deniyorsa, bizim gibilerin davette ne kadar yumuşak ve
tatlı dilli olması gerektiğini artık varın hesap edin.
İnsanları doğrulara yönlendirip yanlışlardan uzaklaştırırken çok
yumuşak, tatlı dilli ve anlayışlı olalım. Unutmayalım, davetini yaptığımız din
bizim değil, aksine bütün insanların Rabbi olan Allah’ındır. Bu anlamda din
herkesindir aslında, herkese açıktır. Uyarıda veya nasihatta bulunurken kırıcı ve
yıkıcı olmaktan kaçınalım. Bunun başarımıza etkisini Efendimiz Aleyhisselam şu
hadisiyle anlatır: “Allah rıfk (dostluk, yumuşaklık) sıfatına sahiptir ve
yumuşak mizaçlı, nazik huylu olanı sever. Kaba ve sertlik benzeri davranışlara
vermediğini nazikliğe, yumuşaklığa karşı verir.” (Müslim)
Sabır
Evet, davet yolunda üçüncü azığımız sabır olmalı. Sabrın, sükünetin,
istikrarın, aceleci ve tez canlı olmamanın önemini biliyoruz. Kuran-ı Kerim’de
sık sık davet öncülerimiz olan peygamberlerin ümmetlerini hak yola davet
ederken takındıkları sabır ve sükünete vurgu yapılır. Şu ayeti kerime Hazreti
Peygamberimiz şahsında herbirimize doğrudan hitaptır: “O halde ey Rasülüm! O
üstün azim sahipleri olan peygamberler nasıl sabrettilerse, sen de öyle sabret.
Onlar (inanmayanlar) hakkında azap gelmesi için acele etme!” (Ahkâf, 35)
Evet sabır, yani direnmek… Üstümüze sinen gevşekliğe karşı,
sözlerimizin görünürde karşılık bulmamasına karşı, kötülüğün geçici
egemenliğine karşı, utangaçlığımıza karşı direneceğiz. Sabır bütün davaların vazgeçilmez
pişme ocağıdır. Sabır tortuyla özü, gönül çilesiyle geçici heyecanı, imanla kuru
sloganı, sahteyle sahiciyi birbirinden ayrıştırıcıdır.
Kalbimizde iman, dilimizde tatlılık, yumuşaklık ve ayaklarımızda sabır
olacak. Kalbimiz imanla atarken tatlılıkla konuşacak, sabırla yürüyeceğiz. Bilelim
ki, tevhid davası insanlık tarihinin en uzun soluklu ve en büyük ödüllü
maratonudur.
Peki toplumda İslami davet ihmal edilirse ne olur?
Yazının sonuna yaklaştık. Başlığa yeniden göz atalım. İslam’ın iç kontrolü
davet ve tebliğle, dış kontrolü cihadla sağlanır. Cihad ve davet veya diğer
ismiyle emri bilmaruf nehyi anil münker (doğruyu emredip yanlıştan sakındırmak)
birbirinden ayrılmaz kardeşlerdir ve birbirlerini her daim desteklerler. Cihad
İslam’ın dış genişlemesine, yeni bölgelere girmesine imkan tanırken, davet ve
tebliğ İslam bölgelerindeki dini yaşantıya mukayyet olur. Cihad faaliyetiyle fiziki
gücümüzü, davet faaliyetiyle manevi gücümüzü kontrol altında tutarız. İslam
toplumu dışarıda cihadı, içeride davet ve tebliği elden bırak(a)maz. Müslümanlar
şereflerini cihada, adaletlerini davete borçludurlar. Onlar olmadan Müslümanlar
için ne şeref ve izzetten ne de sağladıkları iç adaletten söz edilebilir.
Peki bugünün İslam dünyasında olduğu gibi cihad ve davet ihmal edilirse
ne olur? Konumuz açısından davet ve tebliğ kısmına cevap verelim. İslami
davetin veya emri bilmaruf nehyi anil münkerin aslı hakkı, yani Allah ve
Rasülü’nün doğru dediğini gerçekleştirmeye, batılı, yani Allah ve Rasülü’nün
yanlış dediğini ortadan kaldırmaya dayanır. Böylelikle Müslümanların eliyle
doğrularla yanlışların, adaletle zulmün arası ayrılmış olur. Zihinlerdeki netlik
dile, oradan sokağa ve hayata yansır.
Aksi takdirde, doğruları söylemekten ve yanlışlara karşı çıkmaktan geri
dura dura doğruyla yanlışın, hakla batılın, adaletle zulmün, akla karanın arası
belirsizleşir. Bu durum, değerlerin ve kavramların birbirine karışmasına yol
açar. Böylesi toplumda -tıpkı bugün olduğu gibi- zihirler de, sözler de ve
neticede hayat da belirsizlik içindedir. Elbette zamanla sessiz kalınan
yanlışlar ölçü alınmaya başlanacak, zalimler saygı görecek, dürüstler keriz
kabül edilecek, bencillik ve çıkar övülecektir. Düşünün, bir doğruyu gizlemek,
bir yanlışa sessiz kalmak uzun vadede nelere yol açıyor?
Artık İslami davetin her birimiz için, kendi imkanı oranında ne kadar
hayati olduğunu biliyoruz. Gayretimizi küçümsemeyelim. Sonuçta batıl ve kötülük
ne kadar yaygın da olsa, yok olmaya mahkumdur. Hazreti Şuayb’ın kavmine
söyledikleri davet yolunda bizim de parolamız olsun: “Tek dileğim, gücümün
yettiği kadar insanların ıslah olması. Başarım sadece Allah’a bağlıdır.
Yalnızca ona güvendim, sonunda ona döneceğim.” (Hûd, 88)