Tabiilik ve tefrika arasında cemaat ve cemaatçilik

“Allah ve Rasülüne itaat edin. Sakın birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılır, zaafa düşersiniz, rüzgarınız (gücünüz) gider. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)

“Müminler birbirlerine karşı sevgi, merhamet ve şefkat noktasında bir beden gibidirler. Bedende bir organ rahatsızlandığında diğer organlar uykusuzluk ve ateş nöbetiyle sancılanmaya başlar.” (Müslim, Kitabu’l-birri ve’s sıla)

Dünkü birlik

Ne güzel ümmettik biz saadet çağında! Sevincimiz, acımız birdi. Cihad ilanı yapılınca adımızı listeye yazdırmak için yarışır, birimiz hastalandığında toplu halde ziyaretine giderdik. Tanıyıp tanımadığımız herkese yolda selam verir, ezanı işitince alışverişte bile olsak eşyaları olduğumuz yere bırakıp mescide koşar, namazda omuzlarımız acıyacak kadar birbirimize kenetlenirdik. Kendimiz için ne istiyorsak müslüman kardeşimiz için onu isterdik. Doğuda bir müslümanın ayağına diken batsa Batıdaki müslüman onu ta kalbinde hissederdi.

Tarağın dişleri gibi eşit insanlardık bir zamanlar. Tek değer ölçütü takvaydı, Allah korkusuydu. Arabın aceme, acemin Araba üstünlüğü yoktu. Lâ ilâhe illalllah diyen bizdendi, kardeşimiz, bacımızdı. Artık değil ona silah çekmek, basit bir korkutma hareketi bile helal değildi. Birimiz arkadaşına arkadan yaklaşıp şakayla onu korkutsa Allah Rasülü onu uyarır, mescidin duvarına ufak tuvaletini yapana karşı nazik davranmamızı tenbihler, içki içeni döverken bile çirkin söz söylememizi yasaklardı. Lanetleşmek veya sövmek bir yana, hoşlanmayacağı şeyleri arkadaşımızın gıyabında konuşmaz, gıybetini yapmazdık.

Bir zamanlar sadece müslümanlardık biz. Şucu bucu, falan mevki sahibi, filanın yakını değildik. Rabbimiz bizi ‘müslümanlar’ diye isimlendirmişti, bu isimden memnunduk. Adımızı aldığımız gibi, gücümüzü de dinimizden alıyorduk. Hepimiz ‘cemaati müslimin’dik. Ek bir şeyh ismine, lider ismine, yazar ismine gerek yoktu. Bu elbette başsız, lidersiz ve mürşidsiz olduğumuz anlamına gelmiyordu. Efendimiz Aleyhisselam üç kişiyle yola çıkarken bile aramızdan birini lider seçmemizi tenbihlemişti bize. Bilmediğimiz şeyleri bilenden sormak Rabbimizin bir emriydi. Mescidde halkalar kurar, kimimiz tek başına Kuran okur, kimimiz üç beş kişiyle hadis müzakeresi yapar, kimimiz köşede istirahate çekilirdi. Oluşturduğumuz ufak ilim ve zikir halkalarını asla birbirinden kopuk meclislere çevirmedik. Farklı meziyetteki arkadaşlarımız asla peygamber yerine geçmediler. Mütevazi halkalar asla din içinde din olmadılar. Bir mürşid asla bir diğerinden bizi koparmadı. Bir hayır meclisi asla diğerine küçümseyici baktırmadı. Bir kitap asla bir diğer kitabı, hiçbir kitap Kuran ve hadis kitabını okumayı terkettirmedi.

Bugünkü tefrika

Ya sonra ne oldu? Yıllar, asırlar geçtikçe parçalandık. Azalan cihad şuuru, dolan hazine, gavurlarla hemhallik ve iktidar rotamızı şaşırttı. İki oyuncakla şımaran çocuklara döndük. İman ve İslam birliğimiz menfaat ilişkisine dönüştü. Karşılıksız, sırf Allah için sevgiler yerini hatır için, ileride lazım olur diye sergilenen nezaket gösterilerine bıraktı. Yolda karşılaştığımız insana selam vermek için önce tipine bakar, sıkacağımız elin bize ne getireceğini hesaplar olduk. Bereket yalıtımlı ortamlarda kılınan tesbihatsız ve sünnetsiz namazlar cemaatle namazların yerine geçti. Saflar arasındaki boşluklar kalpler arasındaki mesafeyi anlatmaya yetiyordu zaten.  

Ne üzücü ey İslam ümmeti, ey yazık bizler, ne üzücü! Artık İslam yetmiyor kaynaşmamıza. Allah’a yakınlığımız, takvamız yerine hangi partiye, cemaate ve vakfa yakın olduğumuz soruluyor tanışma fasıllarında. Artık fakirlik fakiri vahşi yalnızlığa itiyor veya bir üst güce yamanmaya mecbur ediyor. Zenginlik insan için artık bir imtiyaz ve azma sebebi. Zengin ve makam sahibi karşısında iliklinen ceket düğmeleri bize maddi faydası olmayan sıradan insanlar karşısında alabildiğine açık. Genç bir bayanla konuşurken incelenen sesler, ihtiyar ana babayla konuşurken pek haşin.

Ah o selef asrının mübarek meclisleri… Din için şehirlere, köylere dağılan hidayet kandilleri… Medine’de Hazreti Ömer, Hazreti Ali, Zeyd bin Sabit; Mekke’de Abdullah bin Abbas, Küfe’de Abdullah bin Mesud, Mısır’da Abdullah bin Amr bin As’ın sohbet halkaları. Ve sonrasında Medine’de Said bin Museyyib ile Abdullah bin Ömer’in, Mekke’de Yahya bin Said ile Atâ bin ebi Rabah’ın, Küfe’de İbrahim en-Nehaî ile Şa’bî’nin, Basra’da Hasan-ı Basrî’nin, Yemen’de Tâvus bin Keysa’nın, Şam’da Mekhul’un ilim halkaları… Dileyen dilediği kadarını alır, sonra bir başkasına katılabilirdi bu halkalardan. Böylelikle müslümanların üst birlik dokusunu bozmamış olurdu. Artık onlar yerine belli sermayeyi semirten, belli güce güç katan holdingler, vakıflar ve salonlar var.  

İslam cemaati emrederken, cemaatçiliği yasaklar kardeşlerim. İslami camianın hangi kanaat önderini diğeriyle aynı fotoğraf karesinde görüyoruz? Hangi cemaat şeyhinin diğer cemaat şeyhiyle kucaklaştığına şahit olduk? Hangi hayır organizasyonu bütün İslami vakıf ve kuruluşların ortaklığıyla gerçekleşti? Hangi önder peşindekilere “şu gruptan da istifade edin” veya “filan konuda falan cemaat bizden daha liyakatli. Bu işte onlara destek olalım” diyor? Ümmetin yani müslümanların gücü azalırken cemaatler büyüyor. Araçlar çoğaldıkça amaçlar belirsizleşiyor. Oysa böyle olacağını biliyor ve uyarıyordu Yüce Rabbimiz; “Allah ve Rasülüne itaat edin. Sakın birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılır, zaafa düşersiniz, rüzgarınız (gücünüz) gider. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)

Derdimize devâ

Peki çözüm ne? Particiliğin, cemaatçiliğin ve grupçuluğun böldüğü ümmet birliğini tekrar nasıl sağlayacağız? Müslüman toplum için en büyük tehlike tefrikadır evet; ama tefrikayı doğuran sebep temelde ‘müslüman’ dışında, onunla beraber bir kimlik edinmektir, İslam’ın dışında küçük de olsa bir çatı oluşturmaktır. Dışında diyorum; çünkü baştan İslam’ın içinde, belki onu daha iyi anlamanın yolu olarak kurulan çatı zamanla İslam çizgisini aşar. Önceleri İslam çatısı altında olduğumuz halde barındığımız çatı onu göstermeyip daha çok kendini hissettireceği için zamanla barındığımız çatının imkanlarına göre hareket alanı belirleriz. Sonuçta bugün örneğini bolca gördüğümüz gibi İslam, İslam dışına çıkmanın meşru zeminine dönüşür. Diğer tabirle, sağlamalarımızı İslami olanla yapmak yerine, bir şeyin İslami sağlamasını kendimize göre yaparız. Din özne olmaktan nesne olmaya indirgenir.

Bunun için herkes taşın altına elini sokmalı. Herkes ortak bir noktaya, iman ve İslam noktasına gelmeyi göze almalı. Bugün birliğin adı var; ama kendisi yok; çünkü herkes “benim bayrağımın altında birleşme olsun” diyor. Her grup kendini merkezde görünce çağrısını buraya yapıyor. Oysa tek merkez Allah ve Rasülüdür, Kuran ve sünnettir. İlk adım, İslam dışındaki isimlerin kullanılmaması olmalı. Gelin müslüman dışındaki tabelaları indirelim. Kimseye cemaatini, tarikatını, mezhebini sormayalım. Kendimiz de bunlarla ön plana çıkmayalım. Sade belli kesimin kitaplarını ve meclislerini tavsiye etmeyelim. Birbirimize kucak açtıkça farklılıklar rahmet olur. Birbirimizle ortak yaşadıkça sevgimiz, ülfetimiz artar. Toplu ibadetler, cemaatle namazlar, cenazeler, akraba ziyaretleri ve selamın yaygınlaşması bu açıdan önemlidir.

Entelektüel akademisine, alim kütüphanesine, yazar odasına, siyasetçi kulisine, esnaf dükkanına çekilmesin. Gettolaşmayalım. Kurumca değil, kulca düşünelim. Dünyevi dengeleri değil, uhrevi değerleri baz alalım. Elden geldiğince kendimize değil, bütünümüze yönlendirelim. Burası önemli: İslam’ın bizim karekterimize verdiği şekle değil, bu şekli veren kaynağa davet edelim. Neyiz ki hem? Olsak olsak cılız su olukları. Deryaya taşıyalım. Bırakalım insanlar sırtımızı çiğneyip gayeye, Allah ve Rasülününe ulaşsınlar. Hedefler değil, basamaklar olalım. Yoksa gaye kendimiz miyiz? Burada onun da sınavını veririz. Adamın davası değil, davanın adamı olalım. Tektipleşmek değil bu, tipleri bizlerin belirlememesi. İslam hepimizi içine alır, merak etmeyin. Başka alt-üst kimlikler göstermeyelim.

Şuranın tekrar altını çizelim: Tefrikayı doğuran sorun partilerin, cemaatlerin ve vakıfların varlığında değil, adlandırılıp bir kimlik olarak öne çıkmalarındadır. İşte kendinizi İslam dışında isimlenmiş herhangi bir şeye nisbet ederseniz müslümanları böldünüz demektir. Bir yerde ne kadar çok liderden, şeyhten, yazardan bahsediliyorsa orada müslümanlar o kadar parçalanıyor demektir. Bunun üstüne edilen birlik çağrıları boş laftan öteye geçmez. Derya yerine ufak su kanallarına uymanın, dinde bidat icad etmenin iyi niyet taşıdığını ileri sürene Hazreti İbni Mesud’un sözü ne güzel cevaptır! Bu söz niyetin ve amacın iyi olması yanında metodun ve usulün de doğru olması gerektiğini belirtir. “Hayrı nice dileyen kimse vardır ki, ona ulaşamaz.” (Dârimî)

Rabbimiz, bizi bağışla ve ihtilaftan, tefrikadan koru. Allahım, hepimizi ıslah eyle. Bizi bütün eyle, bütünümüzü rahmetinle himaye eyle. Allahım, Kuran ve sünnet yolunda, selefi salihîn izinde kaynaştır bizi! Amin. 

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eski blog yazılarımdan (2005-2008)